1988 yılı sonunda bir işe başladım. İlk işyerim.
Nasıl olduysa oldu, üretim planlama müdürü unvanıyla işe başladım.
Ama acemiyim. Endüstri mühendisi olarak ilk işyerim.
Ben acemiyim ama diğer çalışanların, özellikle beni işe alan müdürümün beklentileri yüksek.
Ne yapacağım da veya nasıl çalışacağım da şirkete katkı sağlayacağım diye bekliyor.
Öyle ya ben başarılı olursam beni seçtiği için o da başarılı olmuş olacak.
Ben başarısız olursam hatalı seçim yapmış olacak.
Bu stres altında kendimi kanıtlamam lazım.
Üretim planlama o yıllarda da şimdi de şirketin en stresli yerlerinden bir tanesi.
Müşteriye istediği ürünü, müşterinin istediği zamanda vermek lazım.
Bunu yapabilmek için de birim üretim süreleri, stoklar, her bir üründe kullanılacak birim hammadde miktarı, ürünü göndereceğiniz nakil aracı, şirkete alınacak hammaddenin zamanında teslimi vs. var da var.
Ayrıca hammadde ve yarımamullerin şirket içerisinde stok alanından üretim alanına taşınması, bitmiş ürünün mamul ürün deposuna alınması.
O da yetmez patron ve üstündeki müdür pat diye şundan ne kadar var dediği zaman,
müşteri telefon açıp da bizim ürünlerin durumu nedir dediği zaman cevap da verebilmeniz lazım.
Şimdi kolay bu işler 🙂
Tamam tamam o kadar da kolay değil. Kolay derken MRP, ERP vs. gibi programlar var ya ondan şimdi kolay bu işler diyorum.
Şansıma girdiğim işyerinde sanırım tek bilgisayar vardı. PC. O da benim masamdaydı. Bana aitti.
PC tabiri epeydir kullanılmıyor ama herkes biliyordur. Yine de söyleyeyim. Personel Computer (=yani kişisel bilgisayar).
Harddiski var mıydı hatırlamıyorum ama sanmıyorum varsa da 10 MB’lıktır.
Elbette bilgisayar olması işin bir yanı ama bir yazılım olmazsa bilgisayar boş bir kutu. Ekrana bak bak dur.
Önce elle bir çetele yaptım. Ürünleri ve son durumlarını takip ediyorum. Günde kaç defa değişiyor elbette. Kağıtta tuttuğum bu çetele yazıp silmekten bir günde yaz-boz oluyor.
Bilgisayarda bir şeyler yapmam lazım.
Bir taraftan da program arıyorum. İnternetin adı bile yok o zamanlarda. Arayıp bulmanız lazım. Nereden arkadaşlardan elbette.
Disketlerle değiş tokuş yaparak şimdiye göre basit sayılabilecek programlar buluyoruz ve bu programların ne yaptığını anlamaya çalışıyoruz.
Anlayamadıklarımızı lazım olur diye saklıyoruz.
O günlerde elime SC3 isimli bir program geçti.
Program basit bir program ama şimdiki Excelin ata babası. (Daha sonraları Quatro-Pro ve sonrasında da Lotus-123 çıktı. Aynı kulvarda ama sonra Excel hepsini kırdı geçirdi)
Bunla bir tablo oluşturdum ve bütün bilgileri buraya girdim.
Yine gün içerisinde elle çok değişiklik yapıyorum ama bilgisayarda yaptığım için de bir şey fark etmiyor.
İşimi çok kolaylaştırdı. Aşırı kolaylaştırdı.
Dolayısı ile artık bu işi hemen yardımcılarımdan birine verdim. İyice öğrettim ve elimi eteğimi o işten çektim.
Benim işim rutin işler yapmak değil. İşi kolaylaştırmak ve sistem oluşturmak. O zaman da öyleydi. Şimdi de öyle.
Bir çözüm bulup, bir sistem oturttuğum zaman gerisi sistemin işleyişini takip etmek olur.
Bir süre sonra o işyerinden ayrıldım.
Başka başka işlerde çalıştım.
Elbette orada çalışan arkadaşlarla bağlantım kopmadı. Cep telefonu olmasa da arada denk geliyorduk.
Aradan takriben 10 yıl kadar geçtikten sonra oradan bir arkadaş beni aradı.
Yardım istiyordu. Sorun şuymuş, kullandıkları benim yaptığım tabloyu çalıştıran SC3 programı bozulmuş. Yardım eder misin diyordu.
Neyse elbette yardım ettim ama etmeden önce şirketin nezdinde onu iyice bir payladım.
“Aradan 10 yıl geçmiş hala benim 10 yıl önce yaptığım şeyi mi kullanıyorsunuz, hiç mi ilerleme kaydetmediniz” diye söylendim.
Günler geçiyor. İlerleme şart, değişim şart. Eğer bugün 10 yıl önceki sistemi kullanmaya devam ediyorsanız. 10 yıl önceki sistem size halen yeterli geliyor ve ihtiyacınızı görüyorsa hiç ilerleme kaydetmemişsiniz demektir.
Sizin ilerleme kaydetmemeniz demek Türkiyedeki eko- sistemin küçük de olsa bir parçası olduğunuz için Türkiye’nin ilerlemesinin yavaş olması demektir.
Arkadaşlar, değişin, gelişin, ilerleyin. Siz yerinizde durduğunuz sürece Türkiye olarak biz yerimizde durmuş olacağız.
İşin özü budur.