Endüstri mühendisi olarak çalıştığım şirkete Almanya’dan bir boyama makinesi alındı. Makine fabrikaya geldi, yerine yerleştirildi.
Sonra Alman uzmanlar geldi. Bir hafta boyunca makinenin başında ne yaptılar, ne ettiler bilmiyorum ama makineyi çalıştırdılar.
Fabrika müdürü ve patrondan da onay aldılar.
Son gün, Almanlar yine merdivenlerden hızlı hızlı inip çıkıyor, imalata gidip geliyorlar.
Bugün artık memleketlerine dönecekler.
Fabrika müdürüm yanıma geldi.
Adnan dedi, bu adamlar 2 saat sonra gidecekler, bu makinede ne arızalar olur, arıza olursa ne yaparız öğrenir misin? Çok pahalı ve karışık bir makine arıza olunca sen bakarsın dedi.
🙂
İçimden hoppala dedim. Dışa vuramadım. Fabrika müdürü benden 10 yaş kadar büyük, saygı duyduğum ve sevdiğim bir arkadaştı.
Halen de öyle.
Neyse yine de çenem durmadı;
“Ahmet Bey, Almanlar bir haftadır burada, makinenin yanına çağırmadınız, oraya gitmek istedim başka işler verip uzaklaştırdınız.
Şimdi adamlar gitmek üzere bana makineyi öğren diyorsunuz dediğimde güldü, “ya haklısın tabi de öyle gerekti” dedi.
Yanıma bir Alman ustayı verdi, adam anlatıyor Almanca.
Eee ben Almanca biraz anlıyorum ama konuşamıyorum.
Adam da İngilizce anlıyor ama konuşamıyor.
Fabrika Müdürümün söylediği “Sen halledersin” oldu.
Neyse Alman usta Almanca anlatarak, ben İngilizce konuşarak makine başında 1 saat geçirdik.
Sonra apar topar uçak kaçıyor diye gitti hepsi.
Onlarla birlikte benim kafamdakiler de uçtu gitti.
….
Aradan neredeyse bir yıl geçti. Makineyi bir usta kullanıyor. Bir de üretime bakan bir makine mühendisi var, o da ilgileniyor.
Ben neye mi bakıyorum “Problemli olan her şeye”. Adım endüstri mühendisi ama ne iş yaptığımı ne ben biliyorum, ne de patron biliyor.
Hatta patronun deyimiyle “Alternatifi yok, çünkü ne iş yaptığını bilmiyorum” mühendisiyim. Bunu ben orada 5 yıllıkken söylemesi de ayrı bir konu.
Neyse dediğim gibi aşağı yukarı bir yıl geçti.
Odamda kim bilir neyle uğraşırken fabrika müdürüm geldi.
“Adnan boyama makinası arıza yaptı, çalışmıyor bir bakar mısın? Önümüzdeki hafta ful kapasite çalışacak o makine” dedi gitti.
Gittim makinenin başına ama aklımda hiç bir şey yok. Makinede elektrik var ama çalışmıyor.
Tecrübi olarak sağını solunu kurcalarken ve işçiye en son yaptığını, nasıl böyle olduğunu sorarken, çat dedi bir sesle beraber elektriği de gitti makinenin.
Ne yaparsan yap hareket yok şimdi.
….
1 saat kadar sonra yine fabrika müdürü geldi odamda oturuyorum.
Beni odamda oturur görünce herhalde makinenin düzeldiğini düşündü ki, gülerek;
“Ne yaptın ilerleme kaydettin mi” diye sordu.
Ben de yine gülerek “Hayır gerileme kaydettim” dedim ama, iletişimde kelimelerden ziyade vücut dili ve tonlama önemli olduğu için “Tamam” deyip kapıdan çıktı
ve hemen arkasından geri döndü;
Yine gülerek “Yanlış mı anladım” dedi “ilerleme değil de gerileme kaydettim mi dedin”
“Evet” dedim. “Ben gittiğimde makine çalışmıyordu ama elektrik vardı. Şimdi elektrik de almıyor makine”
İçeri girdi, masanın önündeki sandalyelerden birine oturdu.
“Eee peki ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu.
Ne o beni makineyi nasıl eskisinden daha kötü hale getirirsin diye suçladı. Ne de ben onu bana öğrenmem için 1 saat zaman tanıdınız, üstelik üzerinden 1 yıl geçti, ne yapmamı bekliyordunuz diye suçladım.
İkimiz de mentalite ve yaklaşım olarak suçlu aramak yerine çözüme odaklanan kişilerdik. (Bu yazının ana fikirlerinden biri bu)
O zamanlarda telefonlarımız yurt dışına kapalı olduğu için,
“Almanya’dan bu makinenin üretici şirketinden teknik birini bulup telefonla konuşmam lazım” dedim.
Tamam dedi yarım saat içerisinde teknik bir personelle, üstelik İngilizce bilen bir uzmanla konuşuyordum.
Yaklaşık 2 saat içerisinde makine tekrar çalışır duruma geldi ve sorun çözüldü.
Aradan yıllarca zaman geçti, o fabrika müdürü o işten yıllarca önce ayrıldı.
Ben başka başka işlerde çalıştım.
Geçen yıl bir araya gelip sohbet ederken, bu anımızı andığımda “O zamanlar durum öyle gerektirdiği için seni geç devreye aldım. Ama sana güveniyordum ve beni yarı yolda bırakmayacağını da biliyordum” diye beni onurlandırmıştı.